Translate

8 Haziran 2020 Pazartesi

HÜKÜM VE HÜKÜMLE İLGİLİ HUSUSLAR .Fiiller ve eşya hakkında övgü ve yergi hükmünün verilmesi, insanın bunlar karşısındaki tavrını belirlemek için olur.


2-1: Hakim:

Hükümle ilgili konuların en önemlisi, en önceliklisi, en gereklisi hüküm çıkarırken kime müracaat edileceğini yani hakimin/hüküm koyucunun kim olduğunu açıkça bilmektir. Çünkü hükmü ve türünü bilmek bu bilgiye bağlıdır. Burada “hakimden” kasıt, her konuda yetkili olan yürütme otoritesine sahip olan kişi değildir. Bilakis hakimden kast olunan, eşya ve fiiller konusunda hüküm koyma yetkisine sahip kimsedir. Çünkü bu varlık âleminde hissedilen şeyler, insanın fiilleri ve insan fiilleri dışındaki eşyadır. Mademki insan bu kâinatta yaşamaktadır, öyle ise bu hususta bahis konusu olan insandır. Hüküm koymak da ancak insan için ve insanla alakalı olur. Şu halde insan fiilleri ve fiillerle alakalı eşya hakkında hüküm kaçınılmaz olmaktadır. Öyle ise bu konuda hüküm koyma yetkisine sahip tek varlık kimdir? Allah mı yoksa insan kendisi mi, başka bir ifade ile Şeriat mı akıl mı? Çünkü ‘bu Allah’ın hükmüdür’ diye bize bildiren Şeriattır ve insanı da hüküm koyucu yapan akıldır. O halde hüküm koyan, Şeriat mıdır, akıl mıdır?
Bu hükmün konusu; yani fiiller ve eşya hakkında hüküm olarak ortaya konulan şey ise, hüsn/güzellik ve kubuh/çirkinliktir. Çünkü hüküm koymaktan maksat şudur:
1-İnsanın fiil karşısındaki tavrını belirlemek; o fiili yapacak mı, yapmayacak mı ya da yapmakla yapmamak arasında serbest mi kalacağını tayin etmektir.
2-İnsanın fiillerini ilgilendiren eşya karşısındaki tavrını belirlemektir. O eşyayı alacak mı, terk mi edecek yoksa almakla terk etmek arasında serbest mi kalacağını tayin etmektir.
İşte, insanın bu tavrını tayin etmesi, karşı karşıya kaldığı şeye bakışına bağlıdır. O güzel midir, çirkin midir yoksa ne güzel, ne de çirkin midir? Bunun için istenilen hükmün konusu, hüsn ve kubuh meselesidir.
Güzellik ve çirkinlikle ilgili hüküm, akla mı yoksa Şeriata mı aittir? Zira hüküm koymakta bir üçüncü seçenek yoktur.
Buna cevap şöyledir: Fiiller ve eşya hakkında hüküm şu üç açıdan verilir:
1-Fiiller ve eşyanın ne olduklarına dair varlıkları açısından,
2-Fiiller ve eşyanın insan tabiatına ve fıtri/yaratılış eğilimlerine uygunlukları ve uygunsuzlukları açısından,
3-Yapılmalarının övülmesi, terk edilmelerinin yerilmesi ya da övülmeleri ve yerilmeleri -yani bunlar hakkında sevap ve cezanın olması ya da sevap ve cezanın olmaması- açısından.
Bunlar eşya hakkında hükmün üç yönüdür. Vakıa açısından olan birinci yönden, insan tabiatına uygun olması ve olmaması açısından olan ikinci yönden eşyalar hakkında hüküm vermek şüphesiz ki insanın bizzat kendisine -yani akıla- bırakılmıştır, Şeriata değil. Bu iki açıdan eşya ve fiiller hakkında hüküm veren akıldır. Şeriat bu ikisinden herhangi biri hakkında hüküm vermez. Zira Şeriatın bu ikisine bir müdahalesi yoktur. Örneğin; ilmin güzel, cehaletin çirkin olması gibi. Çünkü bunların vakıalarında kemal ve noksanlık açıkça ortadadır. Aynı şekilde zenginlik güzeldir ve fakirlik çirkindir. Boğulmakta olan kimseyi kurtarmanın güzel, haksız yere bir malı almanın ise çirkin sayılması örneğinde olduğu gibi insan tabiatı haksızlıktan hoşlanmaz ve helak olmak üzere olan birisine yardım etmeye meyleder. Aynı şekilde tatlı ve hoş şeylerin güzel, acı veren şeyin çirkin olması gibi. Örneklenen bütün bu hususlarda hüküm vermek için insanın hissettiği ve aklının kavradığı şeylerin/nesnelerin vakıasına veya hisseden ve aklı ile kavrayan insanın fıtratına uygunluğuna müracaat edilir. Onun için bu tür konularda güzelliğin ve çirkinliğin ne olduğuna Şeriat değil akıl karar verir. Yani bu iki açıdan eşya ve fiiller hakkında hüküm koyma yetkisi insana aittir, hakim/hüküm koyucu insandır.
Dünyada övülmeleri ve yerilmeleri, ahirette sevap ve ceza açısından fiiller ve eşya hakkında hüküm vermek; şüphesiz ki sadece Allah’a aittir, insana değil. Yani Şeriata aittir, akıla değil. Bu; imanın güzelliği, küfrün çirkinliği, itaatin güzelliği, isyanın çirkinliği, savaşta yalanın güzelliği, savaş dışında kâfir yönetici yanında da olsa yalanın çirkinliği gibidir.
Bu açıdan fiiller ve eşya hakkında hüküm vermenin akla ait olmayışının sebebi, aklın vakıasından dolayıdır. Zira akıl; hiss, vakıa, öncül bilgiler ve dimağ/beyinden oluşmaktadır. Hissetmek, aklı oluşturan unsurların en temel cüzüdür. İnsanın hissetmediği bir şey hakkında aklının hüküm vermesi mümkün değildir. Çünkü aklın eşyalar hakkında vereceği hüküm, eşyanın hissedilir oluşuyla mukayyet olduğundan, hissedilemeyen hususlar hakkında hüküm vermesi de imkânsızdır. Zulmün övülür-yerilir oluşu, insanın hissettiği hususlardan değildir. Çünkü o hissedilir bir şey değildir. Dolayısıyla akıl onun hakkında hüküm veremez. Zulmün övülmesi ya da yerilmesi, ona karşı tabiatında nefret veya yakınlık duygularının oluşmasına sebep olsa da, sadece bu duygular aklın o şey hakkında hüküm vermesinde yararlı olmaz. Bilakis hissetmek mutlaka gereklidir. Bundan dolayı aklın, fiil ve eşya hakkında övmek ve yermek açısından güzellik ve çirkinlik hükmü vermesi mümkün değildir. Bu sebeple aklın, eşya ya da fiiller hakkında övmek ve yermek hükmü vermesi caiz değildir. Çünkü bu hükmü vermek onun için erişilebilir değildir. Bu ona imkânsızdır.
Övmek ve yermek hükmünü koymayı insanın fıtri eğilimlerine terk etmek caiz değildir. Çünkü bu eğilimler, kendisine uygun düşene, övgüyle, ters düşene ise yergi ile hükmederler. Hâlbuki eğilimlere uygun düşen hususlar bazen zina, livata, hür insanları köleleştirmek gibi yerilen fiillerden olabilir. Ya da bazen de eğilimlere ters düşen hususlar, düşmanla savaşmak, sıkıntılara karşı sabretmek, ciddi bir eziyeti tahakkuk ettiren durumlarda hak söz söylemek gibi övülen fiillerden olabilir.
Hükmü; eğilimlere ve arzulara terk etmek, onları övgü ve yergiye ölçü yapmak demektir. Bu kesinlikle hatalı bir ölçüdür. Çünkü hükmü; eğilimlere ve arzulara terk etmek apaçık hatadır. Zira bu iş, hükmü vakıaya muhalif, hatalı kılar, ayrıca övme ve yerme hükmünü olması gerektiği hususa göre değil de şehvetlere ve arzulara göre verilir hale getirir. Bundan dolayı fıtri eğilimlerin övme ve yerme hükmü vermesi caiz değildir.
Mademki; aklın ve fıtri eğilimlerin övme ve yerme hükmü vermeleri caiz değildir, öyleyse övme ve yerme hükmünün verilmesini insana terk etmek caiz değildir. Buna göre övme ve yerme hükmünü veren Allah’tır insan değil, Şeriattır akıl değil.
Diğer taraftan eşya ve fiiller hakkında övme ve yerme hükmü insana terk edilirse, şahısların ve zamanın farklılığına bağlı olarak hüküm de farklılaşır. Zira eşya ve fiiller hakkında övme ve yerme yönünde sabit bir hüküm vermek insanın gücü dâhilinde değildir. Bundan dolayı eşya ve fiiller hakkında bu açıdan hüküm vermek Allah’a aittir insana değil, Şeriata aittir akıla değil. Zira bu açıdan hüküm vermekte aklın yetkisi yoktur. İnsanın bugün güzel diye hüküm verdiğine yarın çirkin diye hüküm verdiği, dün çirkin diye hüküm verdiğine aynı gün güzel diye hüküm verdiği görülen, bilinen bir husustur. Bu nedenledir ki aynı şey hakkındaki hüküm farklılaşmaktadır, sabit olmamaktadır. Böylece hükümde hata oluşmaktadır. Onun için övme ve yerme hükmünü akıla ve insana vermek caiz değildir.
Buna binaen, kulların fiilleri ve bu fiillerle ilgili eşyalar hakkında övgü ve yergi bakımından hakimin insan değil Allah olması kaçınılmazdır. Yani hüküm koyucunun akıl değil Şeriat olması kaçınılmazdır.
Bu açıklamalar güzellik ve çirkinlik hakkında aklî delil yönüyle yapılan açıklamalardır.
Şer’î delil açısından ise; Şeriat, Rasul SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’e tabi olmayı emretmesine ve arzuyu yermesine istinaden güzel ve çirkin konusunda hüküm vermeyi tekeline almıştır. Bu nedenledir ki övgü ve yergi açısından güzel, Şeriatın güzel bulduğu, çirkin de Şeriatın çirkin bulduğu şeydir. Şeriat açısından bu kesinlikle böyledir.
-Eşya bakımından hükmün verilmesi, insanın o eşyayı almasının caiz mi yoksa haram mı olduğunu açıklar. Zaten eşyanın vakıası açısından bundan başkası da düşünülemez.
-İnsanın fiilleri bakımından hükmün verilmesi ise; insanın o fiilleri yapması mı yoksa yapmaması mı isteniyor, ya da yapıp yapmamakta serbest mi bırakılıyor hususunu açıklar. Mademki; bu açıdan hüküm vermek sadece Şeriata aittir, öyle ise; insanın fiilleri ve bu fiillerle alakalı eşyalar hakkındaki hükümlerde akla değil Şeriata müracaat edilmelidir. Kulların fiilleri ve bunlarla alakalı eşyada sadece Şeriatın hükmü hakim olmalıdır.
Eşyaların helal ve haram olmaları; kulların fiilleri hakkında; vacib/farz, haram, Mendup, mekruh veya mubah olmaları açısından ayrıca bazı durumların ve sözleşmelerin ise; sebep veya şart veya engel veya sahih, batıl, fasid veya azimet ve ruhsat olmaları açısından hüküm vermek gibi hususların tamamında insanın tabiatına uyumluluğuna ya da uyumsuzluğuna ve vakıasının ne olduğuna bakılmaz. Bu hususlarda sadece dünyada övgüyü ve yergiyi, ahirette ise sevap ve cezayı gerektirmeleri bakımından hüküm verilir. Bu nedenledir ki bu hususlarda hüküm vermek sadece Şeriata aittir, akla değil. Dolayısıyla fiiller ve onlarla alakalı eşya hakkında bir takım durumlar, işler ve sözleşmeler hakkında gerçekten hüküm koyucu olan sadece Şeriat olmaktadır. Bu hususta aklın kesinlikle hüküm koyma yetkisi yoktur.

2-2: Şeriatın Gelmesinden Önce Hüküm Yoktur:


Hükümle ilgili bir Şer’î delil olmaksızın fiiller ve eşyalar hakkında hüküm vermek caiz değildir. Zira eşyalar ve fiiller hakkında Şeriatın gelmesinden önce hüküm yoktur.
Hüküm şu iki şeyden birisiyle; ya Şeriatla ya da akıl ile tespit edilir. Aklın ise bunda yeri yoktur. Çünkü mesele vacib ve haram kılma meselesidir. Akıl farz veya haram kılamaz. Farz ve haram kılmak akıla bağlı değil, ancak Şeriata aittir. Böylece hüküm Şeriata bağlı kalmaktadır. Şeriat gelmeden önce Şeriat/kanun olmayacağına göre, hüküm de; Allah’tan Şeriatının gelmesine bağlıdır. Yani Şeriatın tamamı açısından Rasulü’n gelmesine, hakkında delil gösterilmesi istenen mesele açısından ise Şer’î delile bağlıdır.
Binaenaleyh Rasul gönderilmeden önce eşyalar hakkında helaldir ya da haramdır denilmez. Çünkü ortada eşyalar hakkında bir hüküm yoktur. Fiiller için de durum aynıdır. Bilakis insan, herhangi bir hükümle kayıtlı olmaksızın dilediğini yapabilir. Kendisine bir Rasul gönderilinceye kadar da Allah katında sorumlu olmaz. Rasul geldiğinde ise, Rasul tarafından kendisine tebliğ edilen hükümlerle kayıtlı olur.
Rasul gönderilip, risaletini tebliğ ettikten sonraki duruma gelince; eğer getirdiği risalet İsa Aleyhisselam Efendimizde olduğu gibi belirli hususlarla gelmiş, diğer hususlarda da kendisinden başka bir Rasul’ün risaletine tâbi olunmasını emretmiş ise; onlar kendilerine tebliğ edilen hükümlere bağlı kalırlar ve o hükümlere uymaya zorlanırlar. Bu risalet neshedilinceye kadar bağlı kalmadıkları hususlardan dolayı azaba müstahak olurlar. Rasul’ün risaleti bir takım şeyleri getirmiş ve bazı hususlara da müdahale etmemişse o zaman onlar sadece o risaletin getirdiği ile mukayyet olurlar. Risaletin getirmediğinden dolayı azap görmezler. Eğer Rasul’ün risaleti her şeye genel ve her hususu açıklayıcı nitelikte ise, bu takdirde her hususta bu risaletle kayıtlı olurlar. Tıpkı Efendimiz Muhammed SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in durumunda olduğu gibi. Zira onun risaleti her şeyi kapsar ve her şeyi açıklayıcı bir şekilde gelmiştir. Bunun için bu risalette bulunan hususlardan başka hüküm yoktur. Çünkü;  وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولاً  “Biz Rasul göndermedikçe azap edici değiliz.”[3] Ayeti; “Biz kendilerine Rasul gönderdiğimiz halde onun risaletine muhalif olanlara azap ederiz” anlamına gelmektedir. Rasul’ün tebliğ ettiği risaletten ne olursa olsun tek bir hükme dahi muhalif olan kimse azaba müstahak olur. Bunun içindir ki hakkında delil olmadıkça hiçbir “fiil” ve “eşya” için hüküm yoktur.
Buna binaen şöyle denilemez: “Eşyada ve fiillerde asıl olan haramlılıktır. Zira haramlılık, Allah’ın mülkünde O’nun izni olmaksızın tasarrufta bulunmak demektir. Dolayısıyla mahlûkata kıyasla izinsiz davranış haram olur.”
Böyle denilmez. Çünkü; Allah’ın, Rasul göndermedikçe azap etmeyeceğini bildiren ayetin manası; hüküm açıklanmadıkça cezalandırılmayacağı anlamına gelmektedir. Üstelik mahlukatın zarar görmesi söz konusu iken Allah Subhanehu Teâla fayda ve zarardan münezzehtir.
Aynı şekilde “Mubahlığın, mülk sahibini zarara uğratmaktan ve bozukluk belirtilerinden uzak bir şekilde faydalanma olduğunu gerekçe göstererek fiillerde ve eşyalarda asıl olan mubahlıktır.” denilemez. Şu nedenlerden dolayı böyle söylenemez:
1-Ayetin mefhumuna göre insan, Rasul’ün getirdikleri ile mukayyettir. Buna muhalefet ettiğinde azaba müstahak olur. Dolayısıyla asıl olan, Rasule tabi olmak ve risaletinin hükümlerine bağlanmaktır. Asıl olan, mubahlık yani kayıtlı olmamak değildir.
2-Hüküm ayetlerinin geneli, Şeriata başvurmanın ve hükümlerine bağlanmanın farziyetine delâlet etmektedir. Şu ayetlerde olduğu gibi.
Allah’u Teâla şöyle buyurmaktadır: وَمَا اخْتَلَفْتُمْ فِيهِ مِنْ شَيْءٍ فَحُكْمُهُ إِلَى اللَّهِ   “Herhangi bir şey hakkında ihtilafa düşerseniz, onun hakkında hüküm vermek hakkı Allah’ındır.”[4] فَإِنْ تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللَّهِ وَالرَّسُولِ  “Herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah ve Rasule götürünüz.”[5] وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِكُلِّ شَيْءٍ    “Biz sana bu Kitabı, her şeyi açıklayıcı olarak kısım kısım indirdik.”[6]
3-Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’de şöyle buyurmuştur: كل أمر لَيْسَ عَلَيْهِ أَمْرُنَا فَهُوَ رَدٌّ    “Emrimiz üzere olmayan her iş reddedilir.”[7]
Bu hadis de asıl olanın Şeriata uymak ve Şeriata bağlanmak olduğunu göstermektedir. 
4-Bozukluk belirtilerinden ve mülk sahibine zarardan uzak bir faydalanma da mubahlığa delil olamaz. Görmez misin ki; dul bir kadınla zina etmek, bozukluk belirtilerinden ve mülk sahibine zarardan uzak bir faydalanma olduğu halde yine de haramdır. Kiminle olursa olsun gülmek ve neşelenmek için şakayla da olsa, yalan söylemek; yalan söyleyen ve hakkında yalan söylenen her iki taraf için, bozukluk belirtilerinden ve mülk sahibine zarar vermekten uzak olduğu halde haramdır.
5-Üstelik Şeriatın gelmesinden sonra fiiller ve eşyalar için hükümler var olmuştur. Dolayısıyla asıl olan; fiiller ve eşyalar hakkında Şeriatta hüküm olup olmadığını araştırmaktadır. Çünkü asıl olan; Şeriatın varlığına rağmen, eşyaları ve fiilleri mubah kabul ederek doğrudan akıl ile mubah hükmünü koymak değildir.
Aynı şekilde, “Eşyalar ve fiiller hakkında asıl olan durmak ve hükümsüzlüktür.” de denilemez. Çünkü ‘durmak’, işi veya Şer’î hükmü terk ve ihmal etmek demektir ki bu caiz değildir. Kur'an ve Sünnet’te sabit olan; bilmemek halinde hükmü öğrenmek için sormaktır, durmayı ve hükümsüzlüğü esas almak değildir.
Allah’u Teâla şöyle buyurmuştur:  فَاسْأَلُوا أَهْلَ الذِّكْرِ إِنْ كُنْتُمْ لا تَعْلَمُونَ     “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.”[8]
Rasul SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in teyemmüm hadisindeki şu sözü de buna delildir: أَلا سَأَلُوا إِذْ لَمْ يَعْلَمُوا فَإِنَّمَا شِفَاءُ الْعِيِّ السُّؤَالُ   “Madem bilmiyorlardı niye sormadılar? Şüphe yok ki, cehaletin şifası sormaktır.”[9]
Bunlar, durmak ve hükümsüzlüğün asıl olmadığına delâlet eder. Ayrıca Rasul SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in gönderilmesinden sonra hüküm Şeriata ait oldu ve Şeriat gelmeden önce hüküm yok sayıldı. Bu nedenledir ki hüküm Şeriatın gelmesine yani tek bir mesele için bile Şer’î delilin varlığına bağlıdır. Bundan dolayı, nasıl ki ancak Şeriat geldikten sonra hüküm verilebiliyorsa yine ancak Şer’î delile dayalı olarak hüküm verilebilir. Şu halde asıl olan, hüküm hakkında Şeriatta delil aramaktır, yani hüküm için Şeriatta delil aramaktır.
Geriye bir mesele kaldı o da; “İslâm Şeriatı; geçmişte yaşanan vakıaların tamamı, halen var olan sorunların tümü ve olması mümkün olayların tamamı ile ilgili hükümleri kapsayıcı nitelikte midir?” sorusudur.
Buna şu şekilde cevap verilir: Yaşanan her vakıa, ortaya çıkan her sorun ve meydana gelen her olay için İslâm Şeriatında hüküm vardır. Zira İslâm Şeriatı, insanın fiillerinin tümünü kapsamlı bir şekilde eksiksiz olarak kuşatmaktadır. Geçmişte yaşanan, halen karşı karşıya kalınan, gelecekte ortaya çıkan her şey için Şeriatta hüküm vardır.
Allah’u Teâla şöyle buyurdu: وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِكُلِّ شَيْء ٍ    “Biz sana bu Kitabı, her şeyi açıklayıcı olarak kısım kısım indirdik.”[10] الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي   “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım.”[11]
Şeriat, kulların fiillerinden her ne olursa olsun hiçbir hususu ihmal etmedi. Zira her husus için ya Kur'an’dan ve Sünnet’ten bir nâss delil getirmiştir. Ya da Kur'an ve Sünnet’te hükümdeki Şeriatın maksadına ve hükmün konulması sebebine mükellefin dikkatini çeken işaretler koymuştur ki, mükellef o işaret ve sebebin bulunduğu her hususa hükmü uygulayabilsin. Şeriata göre kula ait bir fiilin hükmünü gösteren bir delilin veya emarenin olmaması mümkün değildir. Çünkü تبيانا لكل شيء “her şey için bir açıklayıcı olarak” ayetinin genelliği ve Allah’ın bu dini kemale erdirdiğine dair nâssın açıklığı bunu göstermektedir
Bazı vakıalara ait Şer’î hükmün olmadığının iddia edilmesi, Şeriatın; ilgili fiil hakkında bir delil belirtmeyerek ya da Şeriatın maksadına mükellefin dikkatini çeken bir işaret koymayarak kulların bazı fiillerini kesin bir şekilde ihmal ettiği anlamına gelir. Bu tür bir iddia; ortada Kitabın açıklama getirmediği bir şeyin var olduğuna, hükmünü zikretmediği bir fiil olduğuna göre, Allah’ın bu dini kemale erdirmediği, dolayısıyla bu dinin noksan bir din olduğu anlamına gelir. Bu ise Kur'an’ın nâssına ters düşmektedir. Bu nedenle de bu iddia batıl bir iddiadır. Hatta Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’den sahih bir rivayetle gelen ve bu manayı içeren ahad hadisler olsa bile -yani kullara ait bir takım fiillerin hükmünün Şeriat tarafından belirtilmemiş olduğunu vurgulayan ahad hadisler olsa bile- hem sübutu hem de delâleti katî olan Kur'an nâssı ile çeliştiği için dirayeten reddedilir. Çünkü تبيانا لكل شيء  “her şey için bir açıklayıcı olarak…”,   اليوم اكملت لكم دينكم  “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim.”  ayetleri sübutu ve delâleti katî ayetlerdir. Dolayısıyla bu iki ayetle çelişen her ahad haber dirayeten reddedilir. Bu iki katî ayeti iyice anlayıp kavradıktan sonra Müslüman için, insan fiillerinden tek bir vakıa olsa da Şeriatın hükmünü hiçbir şekilde açıklamadığı bir vakıanın olduğunu söylemesi helâl değildir.
Tirmizi ve İbni Mace’nin Selman el-Farisi’den rivayet ettikleri şu hadise gelince: Dedi ki; “Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’e eritilmiş yağ, peynir ve yapıştırıcı hakkında sorulduğunda şöyle dedi: الْحَلالُ مَا أَحَلَّ اللَّهُ فِي كِتَابِهِ وَالْحَرَامُ مَا حَرَّمَ اللَّهُ فِي كِتَابِهِ وَمَا سَكَتَ عَنْهُ فَهُوَ مِمَّا عَفَا عَنْهُ “Helâl, Allah’ın Kitabında helâl kıldığı hususlardır, haram da Allah’ın Kitabında haram kıldığı hususlardır. Sükût ettiği ise sizin için affedilendir.”[12]
Ebu Derda, Nebi SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’den şöyle dediğini rivayet etti:
ما احل الله في كتابه فهو حلال وما حرم فهو حرام وما سكت عنه فهو عفو فاقبلوا من الله عافيته فإن الله لم يكن لينسى شيئا ثم تلا هذه الآية     “Allah’ın Kitabında helâl kıldığı helâl, haram kıldığı ise haramdır. Sükût ettiği ise affedilmiştir. Öyle ise Allah’ın lütfunu kabul ediniz. Çünkü Allah hiçbir şey unutmaz.” Dedi ve şu ayeti okudu:   وَمَا كَانَ رَبُّكَ نَسِيًّا  “Rabbin unutkan değildir.”[13]
Sa’lebe de Nebi SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’den şöyle dediğini rivayet etti:
إن الله فرض فرائض فلا تضيعوها وحد حدودا فلا تعتدوها ونهى عن إشياء فلا تنتهكوها وسكت عن أشياء             
رخصة لكم ليس بنسيان فلا تبحثوا عنها  “Muhakkak ki Allah bir takım hususları farz kıldı ki onları terk etmeyiniz. Bir takım konularda da sınırlar koymuştur, onları aşmayınız. Bir takım şeyler hakkında ise unuttuğundan değil, size rahmet olarak sükût etmiştir. Onların üzerinde araştırmayın.”[14]
Bu hadisler ahad haberler olmalarından dolayı katî nâss ile karşı karşıya getirilmezler.
Ayrıca bu hadisler, Şeriatın açıklık getirmediği bir takım şeyler olduğuna delâlet etmez. Sadece Allah’ın size rahmetinin sonucu olarak haram kılmadığı şeylerin var olduğuna delâlet eder. Zira Allah bunları haram kılmaktan sükût ederek affetmiştir. Bu hadislerin konusu, bir takım şeyler hakkında hükümler koymayarak sükût etmesi de değildir. Bilakis onları haram kılmayarak sükût etmesidir. Bir takım hususları haram kılmayarak sükût etmesi, hükmü açıklanmayan her hususa mubah hükmünün konulması anlamına gelmez. Bilakis bu sükût, Şâri’den gelen bir sükûttur. Şâri’nin haram kılmayarak sükût etmesi ise; helal demektir. Buna; vacib, mendup, mübah ve mekruh dâhil olur. Ve yalnızca hakkında sükût edilen hususlara uygulanır, hükmü açıklanmayan her şeye uygulanmaz. Bu hadislerde geçen o şeyler hakkında yer alan, العفو “affedilmiştir ibaresi hadislerin nâsslarına ve siyaklarına göre, عفا الله عنك “Allah seni affetti”[15] ayetindeki “affetme” ibaresi gibidir. Bu da haram kılınmayan şeyler hakkında soru sorulmasının yasak olunmasıdır, yoksa haram olur, demektir.
İbni Abbas RadıyAllah’u Anhuma da şöyle dediği rivayet edildi: “Kur'an’da zikredilmeyen hususlar, Allah’ın affettiği hususlardandır”[16] İbn Şeybe Müsnaf’ında rivayet etti ki; İbrahim b. Sa’ad. İbni Abbas’a, “Zimmîlerin malları hakkında ne dersin?” denildiğinde şöyle dedi: “العفو “affedilmiştir.”  
Ubeyd b. Umeyr şöyle dedi: “Allah helaller ve haramlar kıldı. Helâl kıldığı helaldir, haram kıldığı ise haramdır. Sükût ettiği ise العفو affedilmiştir”[17]
Nebi SallAllah’u Aleyhi VeSSellem “beratü’l asliye”/“aslı itibariyle muaflık” hükmüne binaen hüküm inmeyen hususlarda fazla soru sorulmasından hoşlanmazdı. Zira “beratü’l asliye” şu manaya gelir: Fiiller, beratü’l asliye hükmüyle birlikte af olunmuşlardır.
Nitekim Nebi SallAllah’u Aleyhi VeSSellem şöyle demiştir: إِنَّ أَعْظَمَ الْمُسْلِمِينَ فِي الْمُسْلِمِينَ جُرْمًا مَنْ سَأَلَ عَنْ شَيْءٍ لَمْ يُحَرَّمْ عَلَى الْمُسْلِمِينَ فَحُرِّمَ عَلَيْهِمْ مِنْ أَجْلِ مَسْأَلَتِهِ     “Müslümanlardan Müslümanlara karşı en büyük cürüm işleyen kimse, onlara haram kılınmamış bir şey hakkında soru sorup da o şeyin sorusundan dolayı haram kılınmasına sebep olan kimselerdir.”[18]   ذَرُونِي مَا تَرَكْتُكُمْ فَإِنَّمَا أَهْلَكَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ كَثْرَةُ سُؤَالِهِمْ وَاخْتِلافُهُمْ عَلَى أَنْبِيَائِهِمْ وَلَكِنْ مَا نَهَيْتُكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا وَمَا أَمَرْتُكُمْ بِهِ فَأْتُوا مِنْهُ مَا اسْتَطَعْتُمْ    “Sizi serbest bıraktığım hususlarda beni serbest bırakın. Çünkü sizden öncekiler çok soru sormaları ve nebilerine muhalefet etmeleri nedeniyle helâk oldular. Size bir şeyi nehyedersem onu terk ediniz, size bir şeyi emredersem onu gücünüz nispetinde yerine getiriniz.”[19]             
Müslim ve Ahmed, Ebu Hureyre yoluyla şunu tahriç ettiler: Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem bize hitap ederken şöyle dedi:        أيها الناس قد فرض الله عليكم الحج فحجوا “Ey insanlar Allah size haccı farz kılmıştır. O halde haccedin.” Bunun üzerine adamın birisi, “Ya Rasulullah her yıl mı?” diye sordu. Rasulullah sustu. Adam üç defa aynı soruyu sordu. Üçüncü defasında Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem buyurdu ki:    وَلَوْ قُلْتُ نَعَمْ لَوَجَبَتْ ولما استطعتم ثم قال ذَرُونِي مَا تَرَكْتُكُمْ “Eğer evet deseydim o şekilde farz olurdu ve yapamazdınız.” Sonra şöyle dedi: “Sizi serbest bıraktığım hususlarda siz de beni serbest bırakın.”[20]
Bu rivayetlerin tamamı, وسكت عن أشاء “Bazı şeyler hakkında sükût geçti.” ifadesi ile o şeylerin haram kılınmadığının kast edildiğine delâlet etmektedir. Bu ifade Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in başka bir hadisteki şu sözünün benzeridir. ذَرُونِي مَا تَرَكْتُكُمْ “Sizi serbest bıraktığım hususlarda siz de beni serbest bırakınız.” Aynı hadisin başka rivayetindeki şu ifade bunu desteklemektedir: عفا عن أشياء  “Bazı şeyleri affetti.”  Yani onları haram kılmayarak serbest bıraktı.
Buna göre; Rasul SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in; وسكت عن أشاء “Bazı şeyler hakkında sükût geçti.” Veya   وما سكت عنه فهو عفو   “Sükût ettiği şey affedilmiştir.” sözü, kulların fiillerinden bir kısmının hükmü açıklanmamıştır anlamına gelmez. Bilakis bu sözler, ‘size rahmetinden dolayı haram kılmadı’ anlamına gelir. Sükût hükmü kapsamında yer alan belirli şeyleri haram kılmamışsa onlar haram değildir, hükmü helaldir. Öyle ise mesele; Şâri’nin bazı şeyleri haram kılmayarak sükût etmesi ile alakalıdır, bazı şeylerin hükümlerinin açıklanmaması ile alakalı değildir.
Bu açıklamalar, hadisin anlamı açısından yapıldı.
Hadisin Şeriatın hükmündeki konumu açısından ise:
Mükelleflerin fiilleri –mükellef olmaları bakımından-; ya bütün olarak teklif hitabı kapsamındadır –ki bu fiilin yapılmasını ya da serbest olmasını gerektirir-, ya da bir bütün halinde teklif hitabının kapsamında değildir.
Eğer teklif hitabının kapsamında iseler, Şeriatta onlar için bir hüküm olması kaçınılmazdır. Zira kulların fiilleri, teklif hitabının kapsamında yer almışlardır. Eğer bir bütün olarak teklif hitabı kapsamında olmazlarsa, mükelleflerden bazılarının herhangi bir zaman ve durum bile olsa teklif hitabı hükmü dışında kalması gerekir ki, bu esastan batıldır. Zira onu mükellef olduğunu varsaydığımızda kapsam dışında kalamaz. Mükellef olmadığını varsaydığımızda ise bu varsayımımız batıldır/geçersizdir. Çünkü teklif hitabının genelliği nedeni ile teklif de geneldir, her durumu ve zamanı kapsar. Buna binaen Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in وسكت عن أشاء “Bazı şeyler hakkında sükût geçti.” sözünün; ‘bazı hususların hükmü açıklanmamıştır’, manasına gelmesi mümkün değildir. Çünkü hükmün açıklanmaması, herhangi bir hal ve vakitte mükellef olmayan bir şahsın varlığını gerekli kılar. Şu halde Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’ in o sözü, bazı hususları haram kılmayıp sükût etti anlamından başka bir anlama gelmez. Buna binaen hadis, insan için Şeriatın açıklık getirmediği herhangi bir fiilin var olduğuna delâlet etmez. Dolayısıyla bu hadisle böylesi bir delil getirme keyfiyeti devre dışı kalır.
Böylelikle “insanın fiillerinde esas olan, Allah’ın hükmüne bağlanmaktır.” Şer’î kaidesi kesinlik kazanmaktadır. Şu halde bir Müslüman’ın, herhangi bir fiil hakkında Şâri’nin hitabından Allah’ın hükmünü öğrenmeden adım atması caiz değildir.
Mubahlık, Şer’î hükümlerden bir hükümdür. Dolayısıyla Şeriatta hakkında mutlaka bir delil vardır. “Şeriatın açıklık getirmemesi”; bir hususun mubah oluşuna delil olmaz, bilakis Şeriatın noksan olduğuna delil olur. Bir hususun mubah olduğunun delili, onu Şeriatın serbest bıraktığına dair nâssın olmasıdır.
Fiiller açısından durum budur. Eşyalara gelince -ki onlar fiillerle alakalıdır-: Haram kılıcı bir delil olmadıkça eşyalar hakkında asıl olan mubahlıktır. Bir şeyde asıl olan mubahlık olunca onu haram kılan bir delil olmadıkça haram kılınmaz. Çünkü Şer’î nâsslar eşyaların tamamını mubah kılmıştır. Bu nâsslar her şeyi kapsar şekilde genel olarak gelmiştir.
Nitekim Allah’u Teâla şöyle buyurmuştur: أَلَمْ تَرَى أَنَّ اللَّهَ سَخَّرَ لَكُمْ مَا فِي الأرْضِ     “Görmedin mi, Allah yerde onları da emrinize vermiştir.”[21]
“Allah’ın yerde olanların tamamını insanın emrine vermesi” ifadesinin manası; yeryüzünde olan her şeyin insana mubah kılınması demektir.
Allah’u Teâla şöyle dedi:   يَاأَيُّهَا النَّاسُ كُلُوا مِمَّا فِي الأرْضِ حَلالاً طَيِّبًا  “Ey insanlar, yeryüzünde olanlardan temiz ve helâl olarak yiyin.”[22] يَابَنِي آدَمَ خُذُوا زِينَتَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ وَكُلُوا وَاشْرَبُوا   “Ey ademoğulları, her mescidde ziynetlerinizi alın,  yiyin, için.”[23] هُوَ الَّذِي جَعَلَ لَكُمْ الأرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِي مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ     “O, yeri size itaatkar ve yumuşak kılandır. O halde yerin omuzlarında (dört bir yanında) yürüyün ve O’nun rızkından yiyin.”[24]
İşte, böylece eşyanın mubahlığı hakkında gelen bütün ayetler genel olarak gelmiştir. Ve onların genelliği eşyaların tamamının mubahlığına delalettir. Dolayısıyla eşyaların mubahlığı Şâri’nin genel hitabı ile gelmiş olur. Eşyaların tamamının mubahlığının delili, her şeyi mubah kılarak gelen Şer’î nâsslardır.
Bir şey haram kılındığı zaman, bu genelliği tahsis eden, o şeyi mubahlık genelliğinden istisna olduğunu gösteren bir nâssın olması kaçınılmazdır. Bundan dolayı eşyada asıl olan mubahlıktır.
Bundan dolayı Şeriatın bir şeyi haram kılarken bu eşyaları nâssın genelliğinden istisna ettiğini görürüz.
Nitekim Allah’u Teâla şöyle buyurdu: حُرِّمَتْ عَلَيْكُمْ الْمَيْتَةُ وَالدَّمُ وَلَحْمُ الْخِنزِيرِ        “Leş, kan, domuz eti .... size haram kılındı.”[25]
Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem şöyle buyurdu: حرمت الخمرة بعينها      “Şarap, şarap olduğu için haramdır.”[26]
Böylece, Şeriatın eşyadan haram kıldığı bazı husus, mubah kılan nâssların genelliğinden istisna edilmiş olur ki bu aslın (mubahlığın) tersine bir durum olur. Asıl olan bütün eşyaların mubah olmasıdır.
Şöyle denilmez: “Eşyayı kulun fiilinden ayırmak mümkün değildir. Eşyanın hükmü ancak kulun fiilinin hükmünden gelir. Dolayısıyla eşya fiilin hükmünü alır.”denilmez. Çünkü her ne kadar eşyaların kulların fiilleri ile alakaları kaçınılmaz ve eşyalara ait delil aynı zamanda kulların fiillerinin hükmünü açıklığa kavuşturma sadedinde gelmiş olsa da ancak kulun fiiline ait delil, eşya ile ilişkilendirildiğinde eşyanın fiille alakalı olduğu haldeki hükmünü açıklar. Bu,  ya mubahlıktır ya da haramlılıktır. Fiilin delili, eşya bakımından kesinlikle bu ikisinden başkasını açıklamaz. Onun için eşyanın hükmü hakkında vacibtir veya menduptur denilmez. Dolayısıyla eşyaların hükmü mubah veya haram hükmü ile sınırlıdır. Bu yönüyle eşya, kulun fiilinden farklı bir konumdadır. Her ne kadar eşyanın delili, kulun fiilinin hükmünü açıklığa kavuşturma sadedinde gelmiş olsa da eşya, fiilin hükmünü almaz. Diğer bir açıdan mubah kılma delilinde genellik, haram kılma delilinde ise belirli eşyayı tayin etmek hali vardır. Bu durum, mubahlığı bütün eşya için genel, haramlığı ise, hakkında haram kılmanın geçtiği husus için özel hale getirmektedir.
Böylelikle asıl itibarı ile ve vasıflandırıldıkları hükümleri itibarıyla eşyaların hükmü, fiillerin hükmünden farklıdır. Zira haram kılıcı delil olmadıkça eşyalar için asıl olan mubah olmasıdır. Fiillerde ise asıl olan Şer’î hükme bağlı olmaktır. Eşyalar ancak helâl ve haram olarak vasıflandırılırlar.
Fiiller ise bundan farklıdır. Zira Şâri’n fiillerle ilgili hitabı, fiilleri iki bölüme ayırmıştır. 1-Teklif hitabı, 2-Vaz’i hitabı.
Teklif hitabı beş kısma ayrılır: 1.Farz 2.Mendup 3.Haram 4.Mekruh 5.Mübah.
Vaz’i hitap da beş kısma ayrılır: 1-Sebep 2-Şart 3-Mani 4-Sıhat-batıllık-fesad 5-Azimet-ruhsat.
Özetle, Efendimiz Muhammed SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in bütün insanlara gönderilmesinden sonra hükmü olmayan bir fiil ya da eşyanın var olduğunu söylemek caiz değildir. Yine Şeriattan bir delil olmaksızın herhangi fiil ya da eşyaya ait bir hükmün var olduğunu söylemek de caiz değildir. Çünkü o hüküm Şâri’nin hitabıdır. Ayrıca Şeriatın hükmünü açıklamadığı her şeyin mubah olduğunu söylemek de caiz değildir. Çünkü mubah Şer’î bir hükümdür. Zira mubah, Şâri’nin kulların fiilleri ile ilgili serbest bıraktığı hitabıdır.
Şâri tarafından hükmü açıklanmamış bir şeyin var olduğunu iddia etmek; Kur'an tarafından açıklık getirilmemiş bir şeyin var olduğu ve Şeriatın eksik olduğu anlamına gelir. Ki bu iddia; sübutu ve delâleti katî Kur'an nâssları ile çeliştiği için caiz değildir.
Buna binaen, insandan kaynaklanan hiçbir fiil ve insanın fiili ile alakalı hiçbir şey yoktur ki Şeriatta hükmü bulunmasın. Şâri’nin hitabından bizzat hükme delâlet eden bir delil olmadıkça hüküm yoktur. Zira Rasul SallAllah’u Aleyhi VeSSellem gönderilmeden, dolayısıyla da Şeriat gelmeden önce hüküm yoktur. Rasul SallAllah’u Aleyhi VeSSellem geldikten sonra ise, Rasul SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in getirdiği risaletten bizzat hükme delâlet eden bir delil bulunmadıkça da hüküm yoktur.

[1] İsra : 15
[2] Nisa: 165
[3] İsra : 15
[4] Şura: 10
[5] Nisa: 59
[6] Nahl: 89
[7] Dârektenî
[8] Nahl: 43, Enbiya: 7
[9] Ebu Davud K. Taharat, 284
[10] Nahl: 89
[11] Maide: 3
[12] İbni Mace K. Et’ameh, 3358
[13] Meryam: 64
[14] Beyhaki
[15] Tevbe: 43
[16] Şâtıbi, Muvafakat’da zikretti.
[17] Taberi tefsirinde rivayet etti.
[18] Müslim K. Fedail, 4349
[19] Ahmed b. Hanbel B. Müs. Mükessirîn, 9765
[20] Ahmed b. Hanbel, Müs. Benî Hâşim, 3330
[21] Hacc: 65
[22] Bakara: 168
[23] A’raf: 31
[24] Mülk: 15
[25] Maide: 3
[26] Mebsut, İbn Abbas yoluyla aktarmıştır
HÜKÜMLERLE MÜKELLEF OLANLAR

Hükümlerle mükellef olanlar bütün insanlardır. Bunun içindir ki “hüküm”; ‘kulların fiilleriyle ilgili Şâri’nin hitabıdır’ şeklinde tarif edilmiştir. Şer’î hükümle teklif/sorumlu kılmak hususunda Müslüman ile kâfir arasında fark yoktur. Zira onların hepsi Şâri’nin hitabı ile muhataptır ve Şeriatın hükmü ile sorumlu kılınmıştır. Bu hususla ilgili çok sayıdaki nâsslar bu konunun delilidirler. Bu delillerin tamamı, yoruma yer bırakmayacak şekilde; ‘İslâm Şeriatının tamamı ile muhatap olanların –ister Müslüman olsunlar ister kâfir olsunlar fark etmeksizin- bütün insanlar olduğuna açıkça delâlet etmektedir.
Allah’u Teâla buyurdu ki:     وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلا كَافَّةً لِلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا  “Biz seni ancak bütün insanlar için müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.”[1] قُلْ يَاأَيُّهَا النَّاسُ إِنِّي رَسُولُ اللَّهِ إِلَيْكُمْ جَمِيعًا   “De ki; Ey insanlar! Şüphesiz ben Allah’ın size, hepinize gönderdiği elçisiyim.”[2]
Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem şöyle buyurdu: بُعِثْتُ إِلَى الأحْمَرِ وَالأسْوَدِ    “Ben, siyahına da kırmızısına da gönderildim.”[3]   Yani bütün insanlara gönderildim demektir. Bu hitap, tüm insanlar için genel olup Müslüman’ı da kâfiri de kapsar.
Şöyle denilmez: “Bu hitap İslâm’a inanmakla ilgili bir hitaptır, feri hükümlerle ilgili değildir. Çünkü risaletle ilgili bir hitaptır. Yani risalete imanla ilgilidir, feri hükümlerle amel etmekle ilgisi yoktur.”
Böyle denilmez. Çünkü risalet geneldir. İmanı kapsadığı gibi risaletle gelen feri hükümlerle amel etmeyi de kapsar. Risaleti imanla tahsis etmek, tahsis edici olmaksızın yapılan bir tahsis ediş olur. Ayrıca hitabın insanlara genel olarak “جميعا” şeklinde olmasıyla İslâm’a iman ve sadece Müslümanlara olmasıyla da feri hükümlerle hitap kastediliyor olsaydı, insanların bir kısmı bir kısım hükümlerle muhatap olurken diğer bir kısmı muhatap olmuyor demek olurdu. İnsanların bir kısmına bir kısım hükümlerle hitap edip bir kısmının da bu hitabın kapsamı dışında bırakılması caiz olsaydı, bu durum Şeriatın getirdiği her hususta caiz olurdu. Yani imanla ilgili İslâmî kaideler hakkında da caiz olurdu. Çünkü hükümler hakkında caiz olan hükümler dışında kalan hususlar hakkında da caiz olurdu ki bu batıldır. Zira  رسول الله إليكم “Allah’ın size getirdiği elçisi” hitabı sarih bir hitaptır. Dolayısıyla hitap, ona imanı kendiliğinden doğrudan doğruya içerir. Ayrıca insanlara genel olarak risaletle hitap edildikleri gibi Şer’î hükümlerle de hitap edilmiştir. Bu, Kur'an’ın sarih nâssları ile sabittir.
Allah’u Teâla şöyle demiştir: وَوَيْلٌ لِلْمُشْرِكِينَ (6) الَّذِينَ لا يُؤْتُونَ الزَّكَاةَ    “Zekâtını vermeyen müşriklerin vay haline.”[4] يَقُولُ الإنسَانُ يَوْمَئِذٍ أَيْنَ الْمَفَرُّ (10) ... فَلا صَدَّقَ وَلا صَلَّى   “O gün insan, kaçış nereye der.” .... “O tasdik de etmemiş, namaz da kılmamış.”[5]
كُلُّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ رَهِينَةٌ (38) ... مَا سَلَكَكُمْ فِي سَقَرَ (42) قَالُوا لَمْ نَكُ مِنَ الْمُصَلِّينَ   وَلَمْ نَكُ نُطْعِمُ الْمِسْكِينَ    “Her nefis kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır.” .... “Sizi sakara sürükleyen nedir? Derler ki; biz namaz kılanlardan değildik, yoksullara da yedirmezdik.”[6]
Aynı şekilde Allah’u Teâla insanlara topluca ibadetleri emretmiştir. Dolayısıyla kâfirler de ibadetlerle emredilmişlerdir.
Allah’u Teâla şöyle buyurdu: يَاأَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا ربكم الذي خلقكم    “Ey insanlar! Sizi yaratan Rabbinize ibadet ediniz.”[7]  وَلِلَّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ  “O evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır.”[8]
Bu ayetler, Allah’ın kâfirleri de feri hükümlerle mükellef kıldığı hususunda gayet açıktırlar. Zira bu ayetler feri hükümlerle onlara hitap etmektedirler. Dolayısıyla kâfirler feri hükümlerle de mükellef olurlar. Eğer onlar feri hükümlerle mükellef olmasalardı, feri hükümleri terk etmeleri nedeni ile Allah onlara şiddetli bir azap vaadinde bulunmazdı.
Zira Allah’u Teâla şöyle buyurdu: وَوَيْلٌ لِلْمُشْرِكِينَ (6) الَّذِينَ لا يُؤْتُونَ الزَّكَاةَ    “Zekâtını vermeyen müşriklerin vay haline.”[9]
Böylece Allah’u Teâla’nın feri hükümlerden bazı emirler ve yasaklarla kâfirlere hitap ettiği sabit olmaktadır. Bu durumda geri kalan feri hükümlerin de muhatabı olmuş olurlar.
Buraya kadar anlatılanlara göre; kâfirlerin usul ve fürusu ile şeriatın tamamıyla muhatap oldukları, hem iman etmedikleri hem de hükümleri yerine getirmedikleri için Allah’ın onlara azap edeceği açıkça anlaşılmaktadır.
Kâfirler hitap bakımından, hükümlerle muhatap olduklarında bir şüphe yoktur. Ancak bu hükümler gereğince amel etmeleri bakımından, devletin bu hükümleri onlara tatbik etmesi ve bu konuda onları zorlaması bakımından bir takım tafsilat vardır. Şöyle ki: Herhangi bir zorlama olmaksızın kendiliklerinden hükümleri yerine getirmeleri gerekiyorsa bakılır: Eğer o hükümler namaz, oruç, hac, zekât ve diğer ibadetler gibi edasında Şâri’nin nâssı ile “İslâm” şartı (Müslüman olma şartı) konulmuş hususlardan ise, kâfirlerin bunları yerine getirmeleri caiz değildir, bunları uygulamaları engellenir. Çünkü bu tür hükümleri yerine getirmenin şartı Müslüman olmaktır, küfürle birlikte bunların yerine getirilmesi caiz değildir. Aynı şekilde borç gibi mali haklara kâfirin şahitlik yapması, kâfir kimselerin Müslümanlar üzerinde yönetici olması veya Müslümanlar arasında kadılık yapması gibi hususlar; Müslüman olma şartının arandığı ve Şer’î nâssların kâfirler tarafından uygulanmasına cevaz vermediği hükümlerdendir.
Müslüman olma şartının aranmadığı hususlarla ilgili diğer hükümleri uygulamaları onlara caizdir. Mesela; kâfirlerin Müslümanlarla birlikte kâfirlere karşı savaşmasında olduğu gibi. Zira savaşta, savaşçının Müslüman olması şart koşulmamıştır. Burada Müslüman olmak şart değildir. Bu nedenle de kâfir bir kimsenin Müslümanlarla birlikte kâfirlere karşı savaşması caizdir. Aynı şekilde Müslüman olma şartının aranmadığı mali konularda, tıpta ve diğer teknik hususlarda da durum aynıdır.
Herhangi bir zorlama olmaksızın kendiliklerinden yerine getirdikleri feri hükümler açısından durum budur. Kendileri istemeseler bile cebren mükellef tutuldukları hükümlere gelince; onlardaki hitap genel ve iman şartına bağlanmamışsa bakılır: Eğer hüküm Müslüman olma şart koşulduğu için ancak Müslüman’ın yapması caiz olan hükümlerden ise ve yerine getirmemelerine sükût edilen hükümlerden ise, onlar bu iki durumda hükümleri uygulamaya zorlanmazlar ve üzerlerine de zorla uygulanmaz. Bu nedenledir ki halife, Arap müşrikleri dışında kalan kâfirleri, İslâm’a iman etmedikleri için cezalandırmaz.
Çünkü Allah’u Teâla şöyle buyurmaktadır: لا إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ “Dinde zorlama yoktur.”[10] حَتَّى يُعْطُوا الْجِزْيَةَ عَنْ يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ   “Kendi güçleri nispetinde küçülmüşler olarak cizye verinceye kadar...”[11]
Ayrıca Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem, Yemen’deki kâfirleri dinleri üzeri bırakmış, onlardan sadece cizye almakla yetinmiştir. Bundan ehli kitap olmayan müşrik Arapları istisna tutmuştur.
Zira Allah’u Teâla şöyle buyurmuştur: تُقَاتِلُونَهُمْ أَوْ يُسْلِمُونَ     “Onlarla savaşırsınız, ya da Müslüman olurlar.”[12]
Bu ayetin hükmü, ehli kitap olmayan müşrik Araplara hastır. Nitekim ehli kitap olanlar Müslümanların namazı ile mükellef tutulmazlar ve kendi ibadetlerinden de alıkonulmazlar. Çünkü Rasul SallAllah’u Aleyhi VeSSellem Yemen’de, Bahreyn’de ve Mecran’da Müslüman olmayanların kiliselerini yıkmamış, kiliseleri ve ibadetleriyle onları baş başa bırakmıştır. Bu, onların inançları ve ibadetlerinde serbest bırakıldıklarına delâlet etmektedir. Buna göre onlara cihad hükmü uygulanmaz ve cihada zorlanmazlar. Çünkü cihad ayetlerinde yer alan savaşmak kâfir cinsine karşı yapılmaktadır. Kâfirlerden ise kendisi ile savaşması beklenmez. Aynı şekilde şarabı bırakmaya zorlanmazlar, içki hükmü onlara uygulanmaz ve içki içtikleri için cezalandırılmazlar. Zira Yemen’de Hıristiyanlar bulunduğu halde içki içmelerine ses çıkarılmadı. Yine sahabeler, şehirleri fethettiklerinde kâfirlerin içki içmelerini engellemiyorlardı.
Böylece, sıhhatinde İslâm’ın şart koşulduğu veya Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in kâfirler hakkında sükût ettiği ya da sahabelerin hakkında sükût edilmesine icmâ ettikleri bütün hükümleri, kâfirler uygulamaya zorlanmazlar. Bu tür hükümler halife tarafından üzerlerine tatbik edilmezler.
Fakat hükümler bu şekilde yani sıhhatlerinde İslâm şart koşulmamışsa ve hükümlerin üzerlerine tatbik edilmeyeceğine delâlet eden Şer’î bir nâss yoksa onlardan hükümler gereğince amel etmeleri istenir, hükümler üzerlerine uygulanır, uymaya zorlanırlar ve terk ettiklerinde de cezalandırılırlar. Çünkü onlar Şeriatın hitabındaki hükümlerle muhataptırlar. İman etmeden önce hükümle mükellef olmayacaklarını gösteren hükümle ilgili iman şartıyla alakalı bir nâss geçmedikçe genel hitap genelliği üzere kalır ve bütün hükümleri kapsar. Bu nedenledir ki hakkında istisna delili bulunmayan tüm hükümlerde kâfirden gereğince hareket etmesi istenir. Bunun delili Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in bu hükümleri kâfirlere uygulamış olmasıdır. Zira Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in muamelatta onlara İslâm hükümleri ile muamelede bulunduğu, cezalarda da işledikleri suçlardan dolayı onları cezalandırdığı sabittir. Enes RadıyAllah’u Anh’dan rivayet edilmiştir ki:
Yahudi’nin birisi bir cariyenin başını iki taş arasında ezdi. Cariyeye bunu sana kim yaptı, falan mı falan mı diye isimler soruldu. Nihayet Yahudi’nin ismi söylenince (işaretle), o odur dedi. Yahudi gösterildi. Suçunu itiraf edince, Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem  emretti ve Yahudi’nin başı iki taşla ezildi.[13]
Ebu Seleme b.Abdurrahman ve Süleyman b.Yesar yoluyla onlar da ensardan bazı adamlardan şu rivayet edildi: “Nebi SallAllah’u Aleyhi VeSSellem onlarla başlayarak Yahudilere dedi ki: يحلف منكم خمسون رجلا    ‘Sizden elli adam yemin etsin’ Onlar bunu reddetti. Ensara dedi ki; استحقوا   ‘siz hakkınızı isteyin’ Onlar dediler ki; ‘-ya Rasulullah biz gayıb üzerine anlaşıyoruz.’ Bunun üzerine Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem, (suçlu) aralarında bulunduğu için Yahudilere diyet ödemeleri yükümlülüğü yükledi.[14]
Cabir b. Abdullah’tan rivayet edilmiştir: Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem Yahudilerden bir kadını ve bir adamı recm etti.[15]
Bu hadisler Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in işledikleri suçlardan ötürü Müslümanları cezalandırdığı gibi kâfirleri de cezalandırdığına delâlet etmektedirler. Bu da gösteriyor ki, kâfirler de Şer’î hükümler gereğince hareket etmeye zorlanırlar. Şer’î hükümler Müslümanlar üzerine uygulandığı gibi onlar üzerine de uygulanır. Muamelatta, ukubatta ve diğer hükümlerde Müslüman zorunlu kılındığı gibi onlar da zorunlu kılınırlar. Bundan, Şeriatın muhatabı olmaları bakımından değil de tatbik bakımından istisna kıldığı hususlardan başka istisna yoktur. İstisna edilen hususlar ise; sıhhatinde İslâm’ın şart koşulduğuna ve zorlanmadıklarına dair nâssın sabit olduğu hususlardır. Bunların dışında kalan hususlar kâfirlerden de talep edilirler ve bu hususlarda zorlanırlar.
Buna göre kulların fiilleri ile ilgili Şâri’nin hitabı genel olup kâfiri de Müslüman’ı da aynı şekilde kapsamaktadır. İslâm risaleti ile ilgili olarak gelen Şâri’nin hitabının genel olması nedeni ile Müslüman ile kâfir arasında bu hususta bir fark yoktur. Bu hitabın insanlar üzerine edilmesi farziyeti de geneldir. İslâm’ın otoritesine boyun eğmiş bulundukları sürece Müslümanlara tatbik edildiği gibi kâfirlere de tatbik edilir. İslâm hükümlerine uymaya zorlanırlar, terk ettikleri zamanda cezalandırılırlar, Şeriatın istisna tuttuğu hususlar dışında bir istisna yoktur. Bu istisna;
1-Hükümlerin edasında veya sıhhatinde İslâm’ın şart koşulduğu hususlardır,
2-Usul ve furuatla ilgili hükümlerden yapmaya zorlanmadıkları ve üzerine bulundukları hal üzere kabul edildikleri hususlardır. Bunların dışında kalan hususlarda Müslümanlarla onların arasında bir fark yoktur.
Burada şöyle söylenilmez: “Namaz gibi bir takım hükümleri Allah Müslümanlara tahsis etmiştir. Bu hükümlerin muhatabı yalnızca mü’minlerdir. ‘Ey iman edenler!’ şeklindeki hitap Müslümanlara hastır. Alış-veriş ve faiz gibi genel olarak gelen hükümler ise Müslümanlar ve Müslüman olmayanlar için geneldir.”
Böyle denilmez. Çünkü ‘Ey iman edenler!’ ifadesinden kasıt, onlara imanlarını hatırlatmaktır, onlara has olması demek değildir.
Bunun delili, Allah’u Teâla’nın şu sözüdür: يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمْ الْقِصَاصُ فِي الْقَتْلَى “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında üzerinize kısas farz kılındı.”[16]
Ayrıca Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem, öldürülenler hakkındaki kısas hükmünü Müslümanlara uyguladığı gibi kâfirlere de uygulamıştır.
Allah’u Teala şöyle buyurdu: لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الإخِرَ   “Allah’ı ve Ahiret Gününü umanlar için...”[17] فَرُدُّوهُ إِلَى اللَّهِ وَالرَّسُولِ إِنْ كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الأخِرِ “Allah’a ve Ahiret Gününe inanıyorsanız, onu Allah’a ve Rasulü’ne götürünüz.”[18] مَنْ كَانَ مِنْكُمْ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الأخِرِ   “İşte sizden kim Allah’a ve Ahiret Gününe inanıyorsa...”[19]
Bu ayetlerin siyakı, Allah’a ve Ahiret Gününe iman etmenin gereklerini hatırlatıldığına delâlet etmektedir.
Zira yukarıda geçen ayetler şöyledir: لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الأخِرَ     “Andolsun ki, Rasulullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.”[20] فَإِنْ تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللَّهِ وَالرَّسُولِ إِنْ كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الأخِرِ   “Eğer Allah’a ve Ahiret Gününe inanıyorsanız, herhangi bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah’a ve Rasulü’ne götürünüz.”[21] ذَلِكَ يُوعَظُ بِهِ مَنْ كَانَ مِنْكُمْ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الأخِرِ “İşte  Allah’a ve Ahiret Gününe iman edenlere böyle öğüt verilir.”[22]
Bu ayetlerin hepsinde hatırlatma vardır.
Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözü de bu kabildendir: مَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الأخِرِ فَلْيَقُلْ خَيْرًا أَوْ لِيَصْمُتْ    “Allah’a ve Ahiret Gününe iman eden kimse ya hayır konuşsun ya da sussun.”[23]
Bu delillerin tamamı imanı hatırlatmaktadır. Hükümlerle sorumlu kılınmada, imanı şart kılmamaktadır. Bunun içindir ki hitabın يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا “Ey iman edenler!” ifadesi ile beraber olması, onu Müslümanlara has kılmaz. Bundan maksat imanın hatırlatılmasıdır. Buna binaen teklif hitabı genel olarak kalıp Müslümanları ve kâfirleri kapsar. Dolayısıyla kâfirler usulde de furuda da Şeriatın genelliği ile muhataptırlar. Halife, Şeriatın hükümlerinin tamamını kâfirlerin üzerine tatbik etmekle emrolunmuştur. Kâfirlerin üzerine tatbik edilmeyeceğine dair Kur'an ya da hadiste bir nâssın geldiği hükümler ve Müslümanlara has olduklarına dair bir nâssın geldiği hükümler dışında kalan bütün hükümler Müslümanlara olduğu gibi kâfirlere de tatbik edilirler.

[1] Sebe’: 28
[2] A’raf: 158
[3] Ahmed b. Hanbel Müs. Kufiyyîn, 18902
[4] Fussilet: 6-7
[5] Kıyamet: 10,31
[6] Müddesir: 38, 42-44
[7] Bakara: 21
[8] Ali İmran: 97
[9] Fussilet: 6-7
[10] Bakara: 256
[11] Tevbe: 29
[12] Fetih: 16
[13] Buhari
[14] Ebu Davud
[15] Müslim
[16] Bakara: 178
[17] Ahzab: 21
[18] Nisa: 59
[19] Bakara: 232
[20] Ahzab: 21
[21] Nisa: 59
[22] Bakara: 232
[23] Buhari, Müslim K. İman, 67